„Bu ülkede yaşam artık çok zorlaştı, dedi, artık her şey çok zor.“ 4 Ekim 2015 günü bindiğim uçakta sohbet ettiğim kabin görevlisine ait bu ifade beni öylesine düşündürdü ki cevap bile veremedim. Kulağa çok basit gibi gelen bir “artık” aslında bünyesinde neler neler barındırıyordu.
Hayatımın 26 senesini geçirdiğim ülkede bu 26 senenin en sıradan günlerinde uğradığım ayrımcılık dört katlı gofret gibiydi: Kürttüm, aleviydim, önce kızdım sonra kadın ve nihayetinde Türk milliyetçisi değildim. Çok solcuydum, çok anarşisttim demiyorum. Sadece milliyetçi değildim o kadar. Bayrak kutsal bir obje gibi gelmiyordu. Milli marş söylerken arada gülme tutuyordu ve elbette ardından dayak yiyordum. Sınırları içerisinde doğduğum ülkeyi vatan değil, politik sınırlanma olarak algılıyordum. Eğer tercih benim olsaydı eminim çok başka bir yerde doğardım, dünyadaki en çatışmasız ülke neresiyse orada.
En sıradan günlerin en alışılmış ifadeleri cinsiyetimle ilgili kalıp yargılardı. İkinci sırada ise etnik kimliğim olan Kürtlük vardı. Milliyetçi eş dost, edindikleri bu bilgiye rağmen hakkımdaki kanaatlerinin kesinlikle değişmediğini mutlaka belirtme ihtiyacı hissederlerdi. Zihinlerine yerleştirilmiş Kürt imajı ile benim hakkımdaki kişisel kanaatleri arasındaki çelişkinin yarattığı ahlaki yenilginin üstesinden gelebilme çabasının en popüler yolu ise hayatlarındaki diğer Kürt arkadaşlarının varlığının altını çizmekti. Bu yolla bir Kürtle arkadaş olabilecek kadar üstün birer birey olduklarını kanıtlamış olmanın rahatlığıyla tuttukları nefesi nihayet bırakıp rahatlayabiliyorlardı.
Ben Antalya’da doğup büyüdüm ve örneğin Cizre’de doğup büyüyen bir çocuktan çok daha iyi şartlar altında yaşadığımı biliyorum. Kimse kapıma dayanıp beni katletmedi. Kimse gözümün önünde ailemi taramadı. Kimse kardeşimi silah zoruyla bir otomobile bindirip kaybetmedi.
Eğer hayat sizin için de yukarıdaki kabin görevlisi arkadaş gibi yalnızca bir süredir zorsa lütfen siz de benim gibi kendinizi şanslı sayın. Fakat unutmayın: Bu topraklarda öyle insanlar yaşıyor ki nesillerdir gösterdikleri direniş neredeyse genlerine işlemiş, onları insandan başka bir canlı haline getirmiş. Direnişle evrimleşmiş bu insanların adına bundan sonra Direnen diyelim. Direnenler bu ülkede yaşamanın zorluklarını ne kadar da iyi bilirler. Bu zorlukların içinde yoğrulmuşlardır, Direnenlik onların en belirgin kimliği haline gelmiştir.
Nefret; bilgiye erişim hakkı büyük oranda elinden alınmış bireylerden oluşan, reform adı altında tektipleştirilmiş bir toplumun en büyük zaafıdır. Irkçı düşüncenin türcü, cinsiyetçi veya sınıfçı düşünceden farkı yoktur; bunların hepsi aynı sorunun farklı birer uzantısıdır. Başka cinsiyetten, etnik kökenden, gelir seviyesinden, siyasi görüşten, renkten olandan; yani aynaya baktığımızda gördüğümüzden farklı olan ne varsa hepsinden nefret edip bunları yok etme dürtümüzden en çok beslenenlerse güç sahipleridir. Bizler bu güçlü hislerle ne kadar meşgul olursak sokaklar o kadar boş kalır. Sokakların başıboşluğu ile bizim dikkatimizin yanlış yere odaklanma şiddeti doğru orantılıdır. Biz birbirimize karşı duyduğumuz nefrete odaklanmışken zaman akar, dünya top gibi dönerek onların eline geçer; bizlerse nefret ettiğimiz şeyin tam olarak ne olduğunu bile anlayamadan ölür gideriz.
10 Ekim 2015 günü saat 10:04’te bu nefretimizin meyvelerinden birine şahit olduk. Savaş naraları atanlara karşı sokağa dökülerek tepkisini gösteren, barış ve kardeşlik isteyen insanlar, nefret edenlerin ve bu nefrete karşı sessiz kalanların müsaadesiyle katledildi. Bazıları bu kanlı meyveyi tadını çıkararak tüketti ve hâlâ tüketmeye devam ediyor. Bazılarınınsa bir yanı eksildi ve o eksik yan asla ama asla tamamlanamayacak.
Şiddetle ve ölümle sınanan, sindirmeye çalışılan bir toplumsal hareket, mücadeleyi, uğradığı saldırının şiddetiyle aynı oranda sürdürmek ve büyütmek zorundadır. Saldıran taraf, burada hükümet, bir barış hareketinin savaşla durdurulamayacağını; barış talep eden sivil halkın öldürmekle bitmeyip, aksine çoğalacağını idrak etmek zorunda bırakılmalıdır.
Mücadelelerin meşruluğu nasıl ki kamuoyu desteğinin boyutu ile orantılı ise, devletin bir halk hareketine karşı izlediği politikanın meşruluğu da uyguladığı şiddetin oranı ile bağlantılıdır. Barışçıl bir harekete devletin tüm imkan ve gücüyle saldıran hükümet, daima daha büyük kitlelerin gözündeki meşruiyetini yitirmeye mahkûmdur.
Yılmamalıyız. Meydanları boş bırakmamalıyız. Şiddetle, cinayetle susturulamayacağımızı, sindirilemeyeceğimizi her gün varoluşumuzla ve yılmazlığımızla yeniden kanıtlamalıyız. Direnmeli, direnişin genlerimize nüfuz etmesine müsaade etmeli, kendimizden öte yaratmalı ve böylece yok olmalıyız. Bu, yeniden varolmanın tek koşuludur.
Bu yazı Nefes Dergi’nin Kasım 2015 sayısında yayınlanmıştır.