Türkçe

Sistemin dışına çıkmak mümkün mü?

Alternatif yaşam tarzları ve zahitleri arttıkça, konuya pek hakim olmayanların merakını giderme ihtiyacı da beraberinde geliyor. Vejetaryen ve vegan yaşayarak konuya siyasi tavrını ortaya koyan insanların sayısı gitgide artıyor ve bu akla bir soru getiriyor: Yaşanan onca zahmete gerçekten değiyor mu, yoksa bu insanlar, senelerdir sürdürdükleri hayat tarzını değiştirdikleriyle, yani „çektikleri çileyle“ mi kalıyorlar? Günümüz dünyasında, sistemin tamamen dışına çıkmak mümkün mü? Birkaç önemli noktaya istatistiklerle değinip, bu sorulara cevap arayacağım.

Bir insanı etnik kökeni, dini görüşü veya cinsel eğilimi gibi nedenlerden ötürü sevemeyen yahut ondan nefret edebilen birine, bir hayvanın yaşam hakkını izah etmek benim gözümde imkansız bir şey. Örneğin ırkçı bir insanı ele alalım. Bu insan, belli bir etnik kökene ait bir diğer insandan nefret etmek ya da onunla ilgili peşin yargıya varmak için yalnızca bu insanın „nereden geldiği“ bilgisine ihtiyaç duyuyor. Bunu bilmeden önce bu insana karşı sempati duymuş bile olsa, bu sempati, sadece edinilen bu yeni bilgiyle yok olup, nefrete dönüşüyor. Çünkü bu insanın gözünde şuralı insanlar böyledir, buralılarsa şöyle. Şimdi bu insan isterse dünyanın önde gelen hayvan hakları aktivistlerinden biri olsun ve haftada düzinelerce hayvanın hayatı kurtarsın, yaptığı hiçbir olumlu eylem beni, o insanın ahlaklı bir insan olduğuna ikna edemez. Bu görüşümü tanıdığım birine ifade ettiğim bir gün, kendisi tepki olarak, bana  „Türcülük tüm kötülüklerin anasıdır.“ demişti (türcülüğü kabaca „Köpekleri can dostumuz olarak yatağımızda uyutup, inekleri üzerimize giymemiz, tavukları afiyetle yememiz ve insanoğlunun, tüm yaşam formlarından üstün olduğu görüşü“ şeklinde açıklayayım), yani beni de türcü bir insan olarak gördüğünü ifade etmişti. O esnada bunu hangi nedenden ötürü söylediğini idrak edememiştim, ama düşündükçe bu görüşümün peşinen insanoğlunun üstünlüğünü kabul ettiğini anladım, ne de olsa hayvana duyduğu saygının samimiyetine inanabilmek için, önce insanı olduğu gibi kabul etmesini şart koşuyordum. Kişisel olarak hâlâ değişime, insana insanı sevdirerek başlanması gerektiğini düşünüyorum, çünkü insanlara verilecek en etkili ders, kendi kullandıkları silahları onlara doğrultmaktır. Gözünün önündeki insanın acısını paylaşamayan biri, kilometrelerce ötedeki hayvana tanınan yaşam şartlarından neden rahatsızlık duysun?

Konuya direkt olarak vejetaryenlik ya da veganlıkla girdiğim için önce buna dair bazı noktaları açıklığa kavuşturmam gerektiğini düşünüyorum: „İnsanlar neden et yememeyi tercih etmeye başladılar?“ sorusunun cevabını bilmiyorsanız, bunun sebebi genellikle büyükbaş hayvan üretiminin, küresel ısınmanın en büyük faktörü oluşu. Dünya genelinde atmosfere salınan karbondioksitin %9’u; metan gazının %37’si ve nitrojen oksitin %65’i, et üretiminden kaynaklanıyor [Kaynak: FAO Gıda ve Tarım Örgütü Haber Odası, 29 Kasım 2006]. Fabrika bacalarından, uçak veya diğer araçların motorlarından atmosfere salınan gazları; elektrik tüketimiyle salınan karbondioksit miktarını, aklınıza gelen veya size söylenen tüm nedenleri bir araya getirin. Bunların hepsinin toplamı, et üretiminin gezegenimize verdiği zarardan daha az. Örneğin, Antalya – İstanbul arası gidiş-dönüş bir uçak yolculuğu, atmosfere kişi başına 250 kg. karbondioksit salınmasına neden oluyor. Bu oran, karşılaştırma maksadıyla yazıyorum, tüm sene boyunca fişe takılı bir buzdolabında 100 kilogram ve bir kilogram sığır eti üretimi, tam 36 kilogram karbondioksit salınımına yol açıyor. Bu rakama, et üretim tesisinin gerek duyduğu enerji de dahil – elektrik, su, yem; fakat etin nakliyesi esnasındaki enerji dahil değil. Onu da hesap edecek olursak, rakam daha da yüksek.

Hayvanlara verilen, doğal olmayan yem, salgıladıkları metan gazı oranının en büyük sorumlusu: Doğal ortamında çimen yiyen büyükbaş hayvanlara, üretimi daha pratik ve ekonomik olduğu için mısır veriliyor ve bu hayvanların mısırı sindiremeyip, büyük oranda metan gazı salgılamaları büyük kirliliğe yol açıyor. Yani, şaka gibi gelecek ama değil, insan ırkını ve gezegenimizde yaşayan tüm canlıların varoluşunu tehdit eden unsurlardan biri, yenilmek üzere yetiştirilen büyükbaş hayvanların osurukları.

Günlük et talebine karşılık verebilmek için kurulan devasa endüstriyel hayvancılık tesislerine yer açmak adına yok edilen yağmur ormanlarının küresel ısınmaya olan katkısı da hafife alınmaması gereken bir başka nokta.

Son 50 yılda dünya çapında et tüketim oranı dörde katlandı. Bu artışın sebeplerinden biri de, ekonomileri kalkışa geçen ülkelerin, A.B.D.’nin beslenme şeklini benimsemesi (burger, steak, vs…). Çin’de et tüketimi son 40 yılda altıya katlandı. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın sunduğu bir rapora göre, endüstriyel hayvancılıkta yem olarak kullanılan tahıllar, bunun yerine insanlara verilse, dünya çapında tam 3,5 milyar insanın karnı doyacak. İstatistiklere göre 2012 senesinde Dünya genelinde 110,8 milyon ton domuz; 104,5 milyon ton tavuk; 66,8 milyon ton sığır ve 13,9 milyon ton koyun eti üretildi [Kaynak: Heinrich-Böll-Stiftung mit BUND und Le Monde Diplomatique: Fleischatlas – Daten und Fakten über Tiere als Nahrungsmittel, 7. Ocak 2013, Berlin]. Balık ve deniz ürünleri çok büyük oranlarda üretildiği için sayısını takip edebilmek neredeyse imkansız.

Bunun dışında deri, kuştüyü ve kürk üretimi; denek olarak kullanılan hayvanların eninde sonunda bu uğurda öldürülmesi, avcılık, spor (köpek veya horoz dövüştürme, köpek veya at yarışları) ve kültürel sebeplerden ötürü öldürülen hayvanları da unutmamak gerek (kültürel faktörlere örnek olarak İslam dünyasındaki kurban bayramı ve İskandinav ülkelerindeki „erkekliğe geçiş“ festivalleri yani kıyıya yaklaşan yunusların kıyımı verilebilir). Konuya ahlaki açıdan bakarsak (ki ahlak değerlerini yaratan biziz), bu, akla hayale sığmayan bir boyut.

Bazı insanlar, yaşam hakkına saygı duyduklarından ötürü et yemezken (ya da hayvansal ürünler tüketmezken); bazısıysa, eti sütü keyifle tükettiği halde, bunları günümüzün sanayi tesislerinin sebep olduğu insanlık dışı manzaralara tepki gösterme amacıyla, yani boykot amacıyla tüketmiyor. Karara yönelten hangi fikir olursa olsun, et tüketmemek, sisteme karşı yapılan bir başkaldırı.

Peki ama et yemeyen insanların sağlığı ne durumda? Sanırım akla ilk gelen asıl soru bu. 

Vücudun protein ihtiyacını karşılamanın tek yolunun et tüketimi olduğu son derece yanlış bir inanış. Kurubaklagillerde (ilkokul öğretmenim buna „fakir eti“ derdi), tahıllarda ve yeşil yapraklı bitkilerde, büyük oranda protein var. Yani et yemeden de son derece sağlıklı yaşamak mümkün. Yeni bir beslenme tarzını benimseyen insanlar, yeni yeme alışkanlıklarında buna dikkat etmeli: Bilinçli yapılmayan bir diyet, son derece tehlikeli olabilir. Tek yönlü beslenip, yeteri kadar yapı maddesi almamak, her şeyden önce işin mantığına ters çünkü buradaki amaç, bilinçli beslenmek.

Kendi adıma, ben hayvan hakları alanında üzerime düşeni yapmadığıma inanıyorum. Etrafımdaki insanlar bana „ekoteyze“ lakabını takmış da olsalar, durumum aslında pek ekoteyzelik bir durum değil. Kozmetik sevdamdan iyi kötü vazgeçebildim, artık parfüm kullanmayıp, nadiren makyaj yapıyorum. Ama hâlâ kendime yeni üst-baş almaktan çok keyif alıyorum mesela. Bunun dışında, et tüketimim minimumda olduğu halde (yılda 2-3 defa) hâlâ deri ayakkabı satın alıyorum mesela, üstelik ihtiyacım dahi yokken, yani sırf keyiften! Bunlar günümüz dünyasında affedilemeyecek kadar büyük günahlar…

Vejetaryenler, et tüketmemekle birlikte, hayvansal ürünlerden faydalanmaya devam ediyorlar. Süt ürünleri, yumurta, deri, yün; aklınıza gelebilecek her türlü hayvansal ürün mübah. Bu durum veganlarda farklı: Hırsızlık olarak kabul edildiği için bal dahi tüketmiyorlar. Birçoğunuz için veganlık kulağa çok abartılı geliyor olabilir; ama argümanlarına kulak verdiğiniz zaman gayet makul değerlere sahipler. Veganlara göre, bir hayvan için, hangi sebepten dolayı hayat boyu bir kez olsun güneş ışığı göremeden, penceresiz, dev et üretim tesislerinde yaşadığı, iki adım atacak boş alana sahip olmayıp, kendi pisliğinde oturup uzandığı; (dişileri) süt elde edebilmek için hayat boyu yapay olarak döllenip doğum üzerine doğum yaptırılarak, yavrularının doğdukları anda konteynırlara atılıp ölüme terk edildiği; yumurta fabrikalarında tavukların ayakta dahi duramadıkları kafeslerde tutulduğu, erkek civcivlerin canlı canlı kıyma makinelerinden geçirilip kedi-köpek maması haline getirildiği bir rol oynamıyor. Bu ürünlerden faydalanıyorsan, bu endüstriyi destekliyorsun. İllaki o ineğin etini yiyerek ölümüne neden olmuş olman gerekmiyor, çünkü yaşadığı hayat bir işkenceden ibaret. Bu argümana karşı çıkabilecek bir kimse var mı?

Var.

Yün de mi giymeyelim,“ diyor olabilirsiniz. „Naylon mu giyelim, kurdeşen mi dökelim?“ diye isyan ediyor olabilirsiniz. Tepkinizi anlıyorum. Zaten amacım da bu soruya cevap aramak.

Eğer dünya gündemini takip ediyorsanız, muhakkak gözünüzün ucuyla okyanuslardaki plastik yığınlarına denk gelmişsinizdir. Kabuğunun ortasındaki plastik bir bantla kum saati şeklinde büyümüş kaplumbağayı görüp, o çöpü o suya atana az küfretmemişsinizdir eminim. Bunun sebebi, dünya düzeyinde dev şirketler zincirlerinin sorumluluk sahibi politikalar gütmesini sağlayamayan bir siyasi sistem. Öyle ki, bu özel şirketler herhangi bir zamanda, herhangi bir ülke ve şehre gidip, tonlarca su çekip, bu yerin kaynaklarını tüketebiliyor (Dünya’da şişe su tüketiminde ABD lider, Çin ise ikinci sırada). Çektiği suyu testten geçirmeden, filtrelemeden insanlara „sağlıklı şişe suyu“ ya da limonata olarak içiriyor (halbuki yapılan bazı testlerin sonucu, musluk suyunda, genellikle şişe sudan daha fazla magnezyum ve kalsiyum bulunduğunu açıkça ortaya koyuyor). Birçok ülkede geri dönüşüm sistemi oturmamış durumda; üretilip, kullanılıp atılan milyarlarca plastik şişe, bir şekilde okyanusun dibini boylayıp ekosistemi tehlikeye sokuyor. Şişe su firmaları, kurallarını kendi belirleyen, ismi bazı sağlık skandallarına karışıncaya kadar resmi kurumlar tarafından kalite kontrolünden geçirilmemiş kuruluşlar. Yani şişelerde satın alınan suyun, herhangi bir testten geçirilmediği için musluk suyundan daha kaliteli ve sağlıklı olduğuna dair bir kanıt yok. Aksine, ürün plastik şişelerde muhafaza edildiği için, musluk suyundan daha az sağlıklı olması gayet olası. Aynı zamanda unutmamak gerekiyor ki, plastik üretimi esnasında veya bu şişelenmiş suların fabrikalardan satış noktalarına ulaştırılması esnasında muazzam oranda hava kirliliğine sebep olunuyor.

Ama ekosistemi tehlikeye sokan tek etmen bu değil. Çevrebilimci Dr. Mark Browne’un son yaptığı testlerin sonucu gösteriyor ki, tekstil endüstrisinde, giydiğimiz tüm kıyafetlerde kullanılan plastik mikrofiberler, yani mikroskobik plastik parçacıklar, Dünya’nın tüm okyanuslarına yayılmış durumda ve şu anki plastik kirliliğinin %80’lik bölümünü oluşturuyor. Her çamaşır yıkadığımızda suya karışan bu plastik mikrofiberler, yediğimiz her üç besinden birinde bulunuyor. Balıklar tarafından da yenen bu zehirli maddeler, bu balıkları yiyen balıkların da yenmesiyle besin zincirine dağılıyor.

Diyeceğim o ki, mesele biraz ciddi.

Çikolata veya kahve sever misiniz? Ben çikolataya duyulan tutkuyu her zaman çok abartılı bulmuşumdur, ama kahveden vazgeçemem. Kakao veya kahve çekirdeklerinin hangi şartlar altında üretildiğini bilen var mı?

Fildişi Sahilleri, Dünya’da %43’lük bir oranla kakao üretiminde lider. Ülke çapındaki tam 600.000 kakao çiftliği, ülke ekonomisinin üçte birini oluşturuyor. 2000 senesinde BBC’nin yaptığı bir araştırma, bu endüstriyle ilgili çarpıcı gerçekleri ortaya çıkardı: Ailelerinden makul maaş vaatleriyle alınan 12-14 yaş arası (bazen bundan da küçük yaştaki) çocuk işçilere, aslında hiç para verilmediği, hatta karınlarının dahi hemen hemen hiç doyurulmadığı gerçeği. Bunun yanında, düzenli olarak dayak atılan bu çocuklar, kaçmaya çalıştıkları takdirde ölüm tehdidiyle karşı karşıyalar. Birçoğu bir daha asla evlerine dönemiyor.

Veganların, yünleri yüzünden koyunlar işkence görmesin diye tercih ettiği penyelerin pamuklarını, okula gitmek yerine saatlerce güneşin altında çalışan Özbekistanlı çocuk işçiler topluyor.

Yani iş o ki, kölelik bitmedi, yalnızca çehresi değişti.

Ne yaparsak yapalım, ne satın alırsak alalım, birilerinin canını yakıyor, bu sömürgeci sistemden çıkamıyoruz, çünkü ağ derin ve güçlü. Bu can yakan şirketlerse kanunlarla öyle güzel korunuyor ki, buna karşı yapabileceğimiz hiçbir şey yok.

Bu yazıyı yazmaktaki amacım sizden şunu rica etmek: Dünya’da olan biten yolsuzlukları, yapılan terör eylemlerini düşünün. Örneğin, kapımıza dayanan IŞİD’in, esir aldığı kadınları köle pazarlarında sattığını hatırlayın. Kendi sınırlarımız içinde yaşanan maden felaketlerini düşünün. Daha bundan kısa süre önce, bir ucuz tekstil markasının müşterilerinin, satın aldıkları ürünlerin etiketlerine işçiler tarafından dikilmiş yardım çağrıları bulduklarını hatırlayın (bu notlarda „insanlık dışı şartlar – bitmeyen, tüketici mesailer“ yazıyordu). Bangladeş’te yanan veya çöken tekstil fabrikalarını ve bu felaketlerde ölen çocuk işçileri düşünün. Sizce bunların hepsi birer şehir efsanesi mi? Günümüz dünyasında, insanlık onurunun, şirketlerin kâr amacı uğruna ayaklar altına alınması bu denli imkansız mı sizce?

Yaşam tarzımız, gezegenimizin kaynaklarını sonuna kadar tüketiyor. Eğer bu yaşam tarzında bir değişiklik yapılmazsa, önümüzdeki yıllarda ekosisteme geri dönüşü olmayan oranda büyük zararlar verilecek; kaynaklar, dönüşü olmayan oranda tüketilecek ve sonuç olarak bu, gelecek nesillerin varoluşunu tehlikeye atacak. „Dünya’nın sonu geldi, kurtuluşumuz yok“ demek istemiyorum. O, ne yazık ki biraz daha zaman alacakmış gibi görünüyor. Ama eğer sonun gelmesini istemiyorsak, veya gelecek nesillere bir utanç kaynağı olmak istemiyorsak, yapabileceğimiz en basit şey, mümkün olduğunca az tüketmek.