Hiç hafızanızı zorlayıp, ilk çocukluk veya bebeklik anınızı hatırlamaya çalıştınız mı? Benim ilk anım yalnızca sesten ibaret, görüntü yok. Karanlık bir odada, kapalı bir kapının ardındaki annemin çığlık ve yakarışlarını duyuyorum, babama vurmayı bırakması için yalvarıyor. Bu, çocukluğumdan bana kalan ilk miras, zihnime kazınmış ilk hatıra. Yetişkin hayatımdaki karakterimi şekillendirecek ilk çentik.
Bu ay otuz yaşıma gireceğim ve bunun tedirginliğini yaşamıyor değilim. Şimdi bu cümleyi yazarken aklıma yirmi yaşıma girmeden önce yaşadığım tedirginlik geldi, aslında iki his birbirine çok benziyor. İkisi de birbirinden gereksiz.
O zamanlar, 19 yaşımın bitmesine birkaç hafta kala yani bundan on sene önce Antalya’da liseyi bitirmiş, Antalya Devlet Konservatuarı’nın Şan Bölümü Sertifika Programı’na başlamıştım. Ne istediğimi çok iyi biliyor, hayatın neler getireceğinden emin olmanın verdiği güvenlik hissi ve etrafımdan gelen övgülerin verdiği kibirle o zamanlar en çok istediğim şey olan opera sahnesinde Olympia ve Gece Kraliçesi söyleme hayalimi gerçekleştirmek için yeteri kadar çaba sarf etmiyordum. Sertifika Programı’nı bitirdiğim sene okulun Sahne Sanatları bölümü açılacaktı ve orada lisans eğitimine başlayacaktım. Bitirdikten sonra da konuk solist olarak Avrupa’da şehir şehir gezecek, Palermo senin, Viyana benim, başarılı ve sevilen bir koleratür soprano olarak yüksek sesle cırıldayacaktım. Opera ortamlarının Axel Rose’u olacaktım.
Ne Antalya Devlet Konservatuarı’nda Sahne Sanatları lisansı açıldı, ne de ben konservatuarda okudum.
Sertifika Programı’nın ikinci senesinin ilk döneminde İstanbullu bir erkeğe aşık oldum ve hemen ardından, o insanla tanışmadan bir süre önce Köln Üniversitesi’ne yaptığım başvurunun kabul mektubu geldi. Burada nedir yapılması gereken şey, pılını pırtını toplayıp Köln’e uçmaktır. Ben de aynen pılımı pırtımı topladım, 88 tuş Yamaha elektro piyanomu da alıp uçtum… İstanbul’a.
Bu ilişki bir sene sürdü. Bir sene boyunca aslında benden nefret eden bu insanla oldukça yoğun bir birliktelik yaşadım. Ben ondan nefret etmiyordum, aksine çok değer verip kaybetmekten korkuyordum. İlişkimizin ilk günlerinde, henüz kabul mektubunun içimde yarattığı terör beni İstanbul’a sürüklememişken, aramızda uygun fiyata telefonda görüşebilmek için ona elimdeki yedek bir sim kartı vermiştim. Eve döndükten sonra kendisine yanlışlıkla kendi kullandığım kartı verdiğimi anladım. O kart yüzünden ilişki oldukça sorunlu başladı, çünkü bu tanımadan aşık olduğum insan, anne-babasının birbirini aldattığı bir aileden geliyordu ve bana bir erkek arkadaş tarafından gelen her arama ve mesaj onun için hem zevkle çektiği bir acı, hem de bana acı çektirmeyi onun için daha zevkli kılan bir durumdu. Bense sonunda, terk eden babanın eksikliğiyle büyümüş gencecik bir insan, sonunda “beni seven” birini bulmanın hırsıyla, panik halindeki bir kedi gibi pençelerimi o insanın etine geçirip hayatındaki yerimi sağlama almıştım.
İlk günlerde, sim kart ile ilgili hata ortaya çıkar çıkmaz kartımı bana geri göndermek yerine, bana gelen aramalara cevap vermeyi tercih edişinden ve telefonda arkadaşlarımı terslemesinden ileride ne gibi sorunlar yaşayabileceğimizi anlayıp kaçmalıydım ama kaçmadım.
Bir sene boyunca bu insanla beraberdim ve kendisi bana bu bir yıl boyunca bir or..puymuşum gibi davrandı ama benden ayrılmadı. Or..pudan kastım, kaçırılıp seks kölesi olarak çalıştırılan kadın değil ha yanlış anlaşılmasın. Gayet Türk toplumundaki anlaşıldığı şekliyle, seksi kendi keyfi için yapıp, bundan çekinmeyen kadın sıfatı olarak kullanmaktan bahsediyorum. Erkeklerle arkadaşlık ettiğim içindi bu, çünkü açıkça ortada ki kendisi asla bir kadınla arkadaşlık kuramamıştı. Bunun yanında annesinin “arkadaş” dediği bir erkekle ilişki yaşadığını unutmayalım. Benden sürekli olarak nefret etti, bana kötü davrandı, binbir türlü haksızlıkta bulundu, ama benden vazgeçmedi. Çünkü bu çağda tüm bu eziyete katlanan birine denk gelmiş olmak boru değil, hele ki annesine olan öfkesini başka bir alanda sınırsızca kusabilmek ona çok büyük bir tatmin hissi veriyordu. Tüm bu hikayenin en üzücü tarafıysa, benim bir or..pu olduğuma inanmış olmam, bu insanın beni buna ikna edebilmiş olması.
Tüm bunlar, bu insanın ailesinin gözleri önünde yaşandı. Benden sadece birkaç yaş büyük olan kız kardeşiyle tanıştığımda ise hakkımda yapacağı ilk yorum, dış görünüşümle ilgili olumsuz bir eleştiri, tanıştıktan birkaç dakika sonra saç rengimi değiştirmem konusundaki bir tavsiye olacaktı. Bu önemsiz bir detay gibi görünebilir, ama ailenin kabulü aslında hafife alınmaması gereken bir konu. Bu küçücük olumsuz eleştiriyle asıl mesajını verebildiğine inanıyorum: “Sen aslında benim kardeşime uygun değilsin. Her şey uysa bile saç rengin yanlış.” Yani ilişkimde erkek arkadaşım tarafından uğradığım dışlanma yetmezmiş gibi, buna yakın bir muameleyi kız kardeşinden de görecektim.
Uzun lafın kısası, bir senenin ardından bir enkaz olarak çıktığım bu ilişkiden sonraki dinlenme / silkinme döneminin ardından hayat tabii ki beni beklemeden akmaya devam etti ve bir kapanan kapı diğerini açarak nihayetinde Köln’e gelmeme uzanan olaylar silsilesi gerçekleşti.
Altı senedir yaşadığım bu şehirde henüz bir senedir müzik yapıyorum. Yazmak bana daima keyif vermiştir fakat bunu henüz birkaç aydır başkalarıyla paylaşıyorum. Otuz yaşına girecek bir insan olarak bu sene nihayet istediğime emin olduğum bir bölümü okumaya hazırlanıyorum. Hayatımda ilk defa kim olduğumu biliyorum ve korkmadan insanların gözlerine bakabiliyorum. İlk defa hayattan beklediğim şeylerin gerçekleşebilmesi için gerçek anlamıyla çaba sarf ediyorum. Hayatıma neyin anlam verdiğini biliyorum; ne istediğimden, ne istemediğimden emin olduğum kadar eminim.
Etrafım benim yaşımda olan ve iş güç anlamında hayatını düzene oturtmuş insanlarla dolu. Bazıları gerçekten mutlu, bazıları ise pişmanlıklarla dolu. Kimisi kararlarıma ve yaşanmışlıklarıma saygı duyuyor, kimisi kendini mutsuz eden yaşam tarzını bana diretmeye çalışıyor (çünkü kendine kanıtlayamadığı mutluluğu bana kanıtlamak istiyor).
Diyeceğim o ki, kim olduğunu en iyi bilen sensin. Hayatta seni mutlu eden şeyleri bulduktan sonra kaç yaşında olduğunun hiç önemi yok. Otuzuma değil de yüz otuzuma çeğrek kala bu mutluluğa erişmiş olsaydım yine de yaşadıklarımdan pişmanlık duymazdım. Zaman kaybetme kavramı bir yalandan ibaret, bunu kimse kendine söyletmemeli. „Z…“ sesini duyduğun anda vurmalı ağızlarına tokadı.
Kimsenin sana kendi doğrularını dayatmasına müsaade etme, kendi doğru bildiğinden şaşma.
Nereye gitmek istiyorsan git.
Nasıl yaşamak istiyorsan öyle yaşa.
Bu.
Senin.
Hayatın.